Türklerin Anadolu’ya ayak basmalarından ve Trakya’yı fetihle almaları ile başlayan
DÜNDEN BUGÜNE AVRUPA’DA DEĞİŞEN NE? 1
Türklerin Anadolu’ya ayak basmalarından ve Trakya’yı fetihle almaları ile başlayan ilişkiler hep Türkler ve Müslümanların aleyhine gelişmiştir. Haçlı seferleri ile başlayan bu ilişkilerin seyrinde ahlakla başlamak istiyorum.
Avrupa'nın Türkiye'ye karşı takip ettiği siyasette ahlâk mefhumuna asla yer verilmemiştir. Batı, hakkını daima kuvvetten almış, tek gayesi de başarıya ulaşmak olmuştur.
Bu politikanın başlıca sâikleri, dâima, dinî ve maddi menfaat olmuştur. Ekseriyetle bu iki menfaat birleşmiş, birlikte hareket etmiş, biri diğerine destek olmuştur.
Haçlı Seferleri devrinde, Avrupa, barbarlığına rağmen, bugün Avrupa'yı idare edenlere kıyasla çok daha ahlâk sahibiydi. Hilâl'e karşı Salib'in zaferini sağlamak için dövüşüyor, düşmanlığını ilân ediyor, hasmına karşı açıkça yürüyordu.
Tutumlarında sahtekârlık ve kötü niyet de mevcuttu. Ancak bunlar askerî bir hareketin temelini teşkil etmektelerdi. Dinî bir kisveyle örtülmüş garazsızlık ve adaletsizlik görünümü altında menfaat gayeleriyle istilâ arzuları bazen birbirine karışıyorsa da, yine de birçok şövalye, bilhassa 12. yüzyıldan sonra, şahsi menfaatlerini hiçe sayan yüksek bir seciye olgunluğu da gösteriyordu.
Bugün, hiç değilse görünüşte, dinî sebep, Batı politikasının başlıca sâiki olmaktan çıkmıştır. Bugün hâkim olan maddi menfaattir. Bu da ya büyük topraklar elde etmek veya verimli imtiyazlar koparmak şeklinde tecelli etmektedir.
Artık kilise veya papa devlet adamlarını sevk ve idare etmiyor. Onun yerini “Plutus”, servet tanrısı almıştır. İş projeler hazırlayan, harpleri idare eden bu tanrıdır.
“Banka” bütün mezheplerin birleşip “Altın Buzağı”" ibadetini yapmak için buluştukları gerçek mabet olmuştur.
Maddi menfaat, sermayedarların kudretiyle üstünlük sağlıyor; kılıç, kendisine rağmen borsanın emrine giriyor; silahlı insanlar (askerler), paralı insanların işleyecekleri sahaları hazırlıyorlar.
Ancak, yeni “Şark Politikasının sâiki ne olursa olsun, Haçlıları Müslümanlara karşı ayaklandıran kin ve intikam hisleri yok olmuş değildir. Resmi Avrupa kendisini dinî - metafizik telakkilerden kâfi derecede sıyıramamıştır. Hıristiyan müsamahasızlığı, dinî sabit fikirler ve taassup bütün canlılıklarını muhafaza ediyor ve her an kendilerini gösteriyorlar.
Müsamaha, Avrupa’da ne dinî sahada, ne politika alanında ve bilhassa ne de müstemleke siyasetinde hiçbir zaman milli bir fazilet olarak tecelli etmiştir. Kendisi gibi düşünmeyen insanlardan nefret eden, dinî bir merasim alayını menederek lâik bir yürüyüşe izin veren bir kimse asla müsamaha sahibi olamaz. Keza, bir zenciyi horlayarak ondan, sadece başka renkte bir insan olduğu için nefret eden bir insan da asla müsamaha sahibi olamaz. Batılılar, kendilerinin eski sabit fikirlerden iddia ediyorlarsa da, pek çoğu hâlâ ecdatları Haçlıların düşüncelerini korurlar. Keza davranışlarını yönlendiren derin sâikler de değişmiş değildir.
Tarih boyunca, Türklere karşı birikmiş olan kinlerin kökenini açıklamak için, Haçlı Seferlerinin sebepleri üzerinde ısrarla durmak ve dokuz asırlık uzun bir devrenin geçmiş olmasına rağmen, bu müddetin Hıristiyan milletlerden bu hisleri yok edemediğini, Batılı devlet adamlarının da, Doğu politikalarında bir değişiklik meydana getirmemiştir. J. B. Say, bu hususu şu sözlerle açıklar. “ Genellikle barbarlık devirlerinde imal edilmiş kanaatlerle yaşıyoruz.”
Fransa ve İtalya hâlâ bir Katolik yapıya sahiptir. Dinin mükellefiyetlerini fiilen yerine getirmeyen, fakat his itibariyle Hıristiyan olan milyonlarla insan vardır ve his onlarda gerçeği üstün gelmektedir. Hissi inançlar da kuvvetlidir.
İngiltere ve Amerika'da sofular, Hıristiyanlık adına düşmanlıklarını açıkça belirtmekten kaçınmayacak kadar cesaret sahibi olduklarını gösteriyorlar. Türklere karşı cephe alanları teyit edecek sözler sarf ediyorlar, Gladstone, mutaassıp dindarlardan biriydi. Fransa da siyaset adamları, İngiltere’ninkinden farksız olan bir programı haklı göstermek için birtakım insan, hisler ileri sürmeyi tercih ediyorlar.
İrsiyet, onlarda, birtakım sabit fikirlerden kurtulup vakıalar karşısında gerçekten tarafsız bir tutum edinmelerine imkân vermiyor. Doğu'ya karşı tavırlarındaki haksızlıklarının ve hatalarının sebeplerinden biri de budur. Kendisini sabit fikirlerden sıyırabilmiş olmak demek, üşenmekten veya ihmâlden dinin mükellefiyetlerini yerine getirmemek demek değildir. Kayıtsızlığın i’rafma çekilmekten kolay bir şey yoktur. Fakat bir dinîn mükellefiyetlerini terk etmeden, onun tatminsizliğini idrâk etmek gerekir ki bu uzun bir tefekkür devresine, uzun uzun düşünmeye ihtiyaç gösterir. Güçlüğü de buradadır.
Descartes şunları yazar; "Açıkça ve keskinlikle gerçekliği belirmemiş hiçbir şeyi gerçek olarak kabul etmemek lâzımdır.” Ancak, insan aklı, her zaman müşahade etmek sanatını öğrenebilmiş olmadığı gibi, insanlar kolay kolay yeni gerçekleri kabul edebilmiş de değillerdir. Hele bu yeni gerçekler onları hislerinden uzaklaştırıyor ve kurulu menfaat düzenlerine zarar veriyorsa! Diderot’nun iddiasına göre, insanların safdilliği, onları ileri sürülen örnekleri tetkik etmeden tasvip etmelerine yol açan bir düşünce zaafıdır. Bütün Ortaçağ boyunca, sadece ve sadece kilisenin gerçek kabul ettiği "gerçek” sayılırdı. Bu yanlışlar ve hatalı telâkkiler, nesilden nesile intikal etmiştir.
Politikacıların Türklere karşı yönelttikleri suçlamaların hiçbir müspet kıymeti görülmedi, bunlar milli izzet-i nefsi yarala maktan başka bir netice vermedi. Politikanın karmaşık ve gizli yönlerini Türkler fark edemiyor olabilirler fakat buna mukabil, vaziyeti insiyaklarıyla pekâlâ kavrıyorlardır. Kendilerine bu kadar haksızca yüklenilen olayların cereyan ettikleri yerlerde yaşadıklarından, çok şükür ki olan bitenin gerçeğini ve sebeplerini mükemmelen biliyor; bunların büyük bir kurnazlıkla nasıl tahrif edilip bu yolda yorumlandıklarını görüp çileden çıkıyor; sanki Avrupa memleketlerinde yaşayan ruhban, kendi öz ülkelerinde bizdeki Hıristiyan din adamlarından daha geniş bir hürriyete sahip ve daha hürmetkâr bir muameleye tâbi imişler gibi, onların bu zelil hallerini kenara bırakıp: “Doğu Hıristiyanlarını Koruma” bahanesiyle ortaya çıkarak kendilerini suçlayanların kötü niyetleri karşısında bu insanlardan tiksiniyorlar.
Türkler, Fransızların birer yerleşme ve istilâ aracı olarak himaye ettikleri Türkiye’deki ruhban teşkilâtını kendi ülkelerinden defedip attıklarını pekâlâ bilirler.
Fransız ihtilalinden sonra, Fransa, kendi topraklarında ne kadar ruhban teşkilâtı ve cemiyeti varsa hepsini sürüp atmış, mal ve mülklerini de hazineye geçirmişti. Bunların pek azı Afrika, Uzak-Doğu memleketlerine ve müstemlekelere yuvalanmışlar, ekserisi ise Osmanlı İmparatorluğu eyaletlerinde, Türkün ve İslam’ın ezeli müsamahasından yararlanarak yerleşmişler ve birer fesat ocağı oluşturarak zehirlerini akıtmışlardır. Devamı yazı 2’de Kocatepe’den selamlar
İbrahim AYAN