Modern uygarlığın inşasında tüccarların rolü hayatidir.
KAPİTALİZMİN KANUNU: DÜŞENİ YEMEK
Modern uygarlığın inşasında tüccarların rolü hayatidir. Bu rolün ikamesinde ise tarihin radikal kırılma anlarından biri olein 1492’yi zikretmek gerek. Batı’dan Endülüs Doğu’dan Osmanlı, güneyden Memlûk tarafından sıkıştırılan Avrupa'nın 1498’de Portekizler öncülüğünde başlattığı deniz seferleri (uzun süredir zorunlu olarak içe kapalı yaşayan kıta Avrupa’sı için görkemli bir “dışa açılma” adımı olarak) tarihin seyrini değiştirecektir.
Amerika’nın, Afrika’nın ve Hindistan’ın sömürgeleştirilmesi anlamına gelen bu seferler vesilesiyle Avrupa’da gerçekleşen sermaye birikimi zamanla adına “kapitalizm” denilen iktisadi
düzenin egemen kılınmasına sebep olacaktır.
Protestanlığın ilk ve en önemli adımı bilgiyi sekülerleştirmek olmuştur. Tanrı temsilcilerinin tasallutundan kurtulmak için bulunan en etkili yol budur. Kendi içinde tutarlıdır da... Burjuvanın elde ettiği sermayenin kutsal adamlara kaptırılmaması için yapacak başka bir şey yoktur çünkü. Kutsal adamlardan korunan sermaye, yoğun bir şekilde bilimsel çalışmalara aktarılır. Enstitüler kurulur... Çünkü bilim, kilisenin mağlup edilmesinde en önemli dayanaktır.
Burjuva, Katolikliğin en zayıf noktasını bulmuştur artık. Bilimsel çalışmaları destekleyecek, böylece kilisenin bilgi, yorum ve mülk tekelini kıracak ve zamanı geldiğinde de onu tarihin çöp sepetine atacaktır. Kilisenin yerini üniversite, papazların yerini bilim adamları, kutsal savaşın yerini sömürgecilik, İncil’in yerini tabiat, Tanrı’nın yerini ise ulus devlet alacaktır. Yeni bir “epistemik cemaat” vardır artık ve bu cemaatin öncülüğünde küre ölçeğinde paradigmatik bir değişim gerçekleşmektedir. Bu yeni paradigma ipleri şeytanın eline vermiştir. Daha doğrusu onunla el sıkışmıştır...
SÖMÜRGECİLİK VE KATI OLAN HER ŞEYİN BUHARLAŞMASI
Asırlarca bütün ilim dalları felsefenin/hikmetin şemsiyesi altında varlık gösterdi. Oradan ilham aldı. Modern bilim anti-Katolikti. Tabiatıyla pozitivizme yanaştı. Hunharca sömürülmesi için ruhsuz/cansız/ mekanik bir “doğa tasavvuruna” ihtiyaç vardı. Çünkü makine acı çekmezdi. “Saat gibi işleyen doğa” söylemi boşuna icat edilmedi. Saat mekanik bir aygıttı. Demek ki doğa da öyle... O zaman doğaya bağımlı insan da... Hikmetin/felsefenin uzağına demirleyen bu yeni akım için artık doğa ve insan sonuna kadar sömürülebilecek varlıklardı. Tam bu noktada Protestanlık kurnazca bir kıvraklık sergiledi. Ait olduğu Hıristiyan kültürün Yahudilikten tevarüs ettiği seçilmişlik klişesine sığındı. Bu klişe Avrupa- merkezciliğin meşruiyetini sağlamak için çok olarak seçilmişti. Böylece Avrupa dışı ulusan tamamı sömürü nesnesi hâline gelecekti.
Sömürgecilik sayesinde Kıta Avrupa’sına akan sermaye burada hem refahın yükselmesini hem burjuva Protestan akımının tahkim edileni sağladı. Ama sermaye yine belli ellerde dolaşıyordu. Sanayi devrimiyle birlikte Avrupa ve Dünya yeni bir süreci tecrübe edecekti. Makinenin öne çıktığı bu süreç kırsalda yaşayanların kentlere akın etmesini sağlayacak, buralarda tutunabilmek için insanlar oldukça zor şartlarda çalışmak zorunda kalacaktır. Demografik yapı da değişmektedir şimdi. Kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden neredeyse herkes çalışmak zorunda kalmıştır. Kentte yaşam zordur. İşçiler için yapılan apartmanlarda yaşam kalitesi çok düşüktür
Seküler bilginin rehberliğinde ihdas edilen yeni sermaye düzeni insanı bireye dönüştürmek için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Bilmektedir ki sadece bireyler bu yeni düzenin istikrarını sağlayabilir. Çünkü birey, Tanrı bağı da dâhil aile, aşiret, cemaat, ümmet, ideoloji gibi tüm bağlardan(aidiyetlerden) azade, savunmasız (ama özgür olduğu yanılsamasıyla efsunlanmış) kişidir. İnsan ise varoluş sancısı çeken, bağ kurma arayışında olan, itiraz ve isyan eden çok yönlü çok boyutlu aziz ve mükerrem bir varlıktır.
Üretim araçlarını tekellerine alan sermaye sahipleri ham maddeyi ucuza almak, mamul maddeyi pahalıya satmak için sinsi ve kurnazca adım attı. Hammadde İhtiyacını karşılamak ve mamul maddenin satılacağı pazarlar bulmak için en etkili yol (hiç şüphesiz ki) savaşlardı. Özellikle denizyollarının güvenliği yok büyük önem arz ediyordu. İnebahtı’da Osmanlı donanması mağlup ed ildiği fide fatihin seyri yoktun değişmişti, Mağlup edilemez zannedilen Müslümanlar yenilmiş psikolojik üstünlük Avrupa'nın eline geçmişli. Hindistan sistematik sömürüye tabi tutuldu, Napolyon'un Mısır işgali kısa süre sonra buranın pamuğunun Avrupalı tüccarlar tarafından ele geçirilmesine sebep oldu, Osmanlı zaten 16, yüzyılın ikinci yarısında Fransızlara kapitülasyon ayrıcalığı tanımıştı. 19. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı yarı sömürge hâlindeydi,
ULUS DEVLETLER VE SONRASI
20. yüzyılın başında meydana gelen Birinci Dünya Savaşı imparatorlukları tarih sahnesinden sildi. Ulus devletler (yeni sermaye düzeninin tekerine çomak sokmamak şartıyla) tarih sahnesine çıktı. Kömürden petrole geçişle birlikte Ortadoğu’nun ehemmiyeti daha da arttı. Fosil yakıtlara dayalı sanayiler petrol ve kömüre bağımlıydı. Bu nedenle Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya kadar tüm petrol havzaları küresel sermaye baronları tarafından paylaşıldı. Buraların güvenliğini sağlamak için çok büyük ihanetlere ve katliamlara İmza atıldı, Ulus devletlerle iş birliği hâlinde maden yatakları sermaye baronları lehine özelleştirildi ya da kiralandı. itiraz edenler Iran, Mısır, Arjantin, Şili, Bolivya, Endonezya örneklerinde görüleceği üzere korkunç bir şekilde cezalandırıldı. Küresel kapitalizm 1970’lerden itibaren önündeki tüm engelleri neredeyse bertaraf etmişti. Yanına neoliberalizmi ve postmodernizmi alarak saflarını sıklaştırdı.
20. yüzyıl bitmeye yaklaşırken ulus üstü şirketler öne çıkmaya başladı. Artık ulus devletin kendisi kapitalizm için Şirketlerin önünde engeldi. Mevzuatlar, yönetmelikler, yasalar piyasayı yavaşlatıyordu. Kârı engelliyordu, oysaki sermaye adeta kan gibi dolaşmalıydı bütün dünyada. Geçirmeliydi.
ÇOK BOYUTLU YOKSULLUK
Türkiye örneğinde de yakinen müşahede edileceği üzere motorlu taşıt yakıtında neredeyse %80 dışa bağımlı bir ülkede özel araç kullanımı teşvik edilmekte, otomotiv fabrikaları 7/24 mesai ile çalışmaktadır. Ülkenin dört bir tarafı bu gerçekliğe uygun olarak dizayn edilmekte, hâlihazırda Karadeniz’in yayla yollarına bile turizmi canlandırmak için “yeşil yol “proje?! Adı altında asfalt dökülmektedir. Yol, köprü, viyadük adı altında halkın parası ulus üstü otomun ve otoyol şirketlerine ve/veya bunların yerli ortaklarına peşkeş çekilmekte, ülkenin bağımlılığı sürekli artmaktadır. Öte yandan özel araçların kullanımındaki artış doğayı tahrip etmekte, insan sağlığını ve biyolojik çeşitliliği tehlikeye atmaktadır. İstanbul özelinde hava kirliliğinin önemli ayağını araçlar oluşturmaktadır Bana bir de trafik yoğunluğunun stresini ve kazaları eklediğinizde ortaya devasa bir sorunlar yumağı çıkmaktadır. Artık şehirlerimiz insanları değil arabaları rahat ettirecek şekilde tasarlanmakta, araç yoğunluğundan dolayı sokaklarımız nefes alamaz hâle gelmektedir.
Demek ki sadece ekonomik yoksullukla değil aynı zamanda temiz hava, temiz su, temiz top- teiniz gıda yoksulluğuyla da karşı karşıyayız. Bir zamanlar şehirde yaşamak zenginlik belirtisiyken artık kent dışında (kırsalda, ormanın içinde, evre köylerde) inşa edilen özel mülklerde yaşamak zenginlik belirtisi hâline geldi. Şehir artık yoksulların, berduşların, göçmenlerin sığınağı- Şehirli olmak belli bir kültürel/entelektüel olgunluk gerektirirken bugün maalesef kaba-yoz-maço bir kendilik oluşmakta.. İktisadi yoksulluklar aşılabilir. Ancak ahlaki yozlaşmayla eşanlı “değer yoksulluğu” yıkıcıdır, tahrip edicidir. Ülkemiz birçok alanda değer yoksulluğu yaşamaktadır.
Turizm adı altında ülkemizin en mutena yerleri sermaye sahiplerinin fantezilerinin tatmin edilmesi için yağma ve talan ediliyor. Turizm sektörü ülkemizi peşkeş çekerek para kazanıyor. Katma değeri yüksek üretim yapmıyor. Bilakis ülkenin onurunu-izzetini-şerefini satarak kâr ediyor. Akdeniz ve (şimdilerde Karadeniz) turizm adına ekolojik katliama maruz bırakıldı. Şirketler aracılığıyla buralarda yapılan devasa yatıranlar para sahiplerinin gönüllerince keyif yapmalarım sağlayacak imkânları sunuyor. Halkın sadece “garson” olarak bulunabildiği bu yerler ülkemizin onur-şeref yoksulluğuna hizmet ediyor. Kendi insanını “garsonluğa” layık gören bu tutumdan hayır gelmeyeceğini bilmek gerekiyor. Okullarımızda öğretilen yabancı dilin ( İngilizcenin) amacının da turisti rahat ettirmek olduğu gerçeğini unutmamak gerekir.
Kapitalizm kâr etmek için hiçbir ahlaki sınır tanımayan iktisadi sistemin adıdır. Serbest piyasa olmazsa olmazıdır. “Bırakınız yapsınlar” ilkesizliğinin ana istinatgâhıdır. Neoliberalizmle birlikte bu ilkesizliğe “ne olsa gider” klişesi de eklenmiştir. Her şeyi metalaştırabilir. Değişim değeri kullanım değerinin önündedir. Başka bir ifadeyle üretim, ihtiyacı gidermek için değil kârı garanti etmek içindir. Aslolan kârdır. Rekabetin kamçılanması gerekir.. Oldukça esnektir. Her kılığa girebilir. Akışkandır. Kâr ettiği sürece en gaddar diktatörlerle bile işbirliği yapar. Çıkarı neredeyse oradadır. Her ideolojiyle yakınlaşabilir. Bütün dinlerin mümini olabilir kazanç sağladığı sürece.
İnsanı ayartmak için yine insanı sahaya sürer. Hobbes’un “insan insanın kurdudur” (ki kurt kanununda düşeni yemek esastır) klişesi kapitalizmin serlevhasıdır.Satış yapmak (ya da satışı arttırmak) için inşam şekilden şekle sokar. Palyaço kıyafeti giydirip dükkân önlerinde şebeklik yaptırır. İlkeli insandan hazzetmez. Onur, şeref, izzet, vakar ona yabancıdır. Bu yüzden pragmatizmi ve oportünizmi özendirir. Şeytanla iş birliği yapmıştır ve herkesi de bu işbirliğine ortak etmek ister.
ŞİRKETOKRASİ DÜZENİ VE ARAÇSAL MÜSLÜMANLIK
Reklam aracılığıyla kamçılanan tüketim iştahının doyurulması için de çözümü vardır kapitalizmin. Sahte alım gücü algısı yaratmakta ustadır. Braudel kapitalizmi “konsantre sermaye gücü ile devlet arasında halk aleyhine suç ortaklığı” diye tanımlıyor. Halk aleyhine olması demek toplumun geniş kesiminin yoksullaşması karşılığında sermaye sahiplerinin güvenliğinin sağlanması demektir. Bu da (ancak) devlet gücüyle mümkündür. Bu noktada ulus devletin bizatihi kendisi sermaye sahipleriyle ittifak hâlindedir. En görünür örnek olarak yukarıda da işaret etmeye çalıştığımız üzere bankalar zikredilebilir. Kapitalizmin mabetleri olarak bankalar hem büyük şirketlerim kurtarılması (yahut daha da büyümesi) için kredi sağlıyor hem sahte alım gücü algısı oluşturarak insanların geleceklerini satın alıyor ve hem de devletin merkez bankasından düşük faizle aldığı parayı yüksek faizle yine aynı devletin vatandaşlarına satarak olağanüstü kâr ediyor. Üretim yapmayan bu kurumlar, halkın parasını halka satarak zengin oluyor. Ancak ne halkın kendisi ne de halka vaziyet etme makamında olanlar bu duruma engel olamıyor. Ülke kendi eliyle kendisini yoksulluğun girdabına bırakıyor. Böyle zamanlarda pusuda bekleyen özel şirketler (sırtlan sürüleri) harekete geçerek o ülkenin kamuya ait mülklerini özelleştirmek suretiyle ele geçiriyor. Ancak öncesinde bu Özelleştirmelerin meşruiyetini sağlamak için kamunun elinde kalan kurumların zarar ettiği, özel sektöre geçmesi ahalinde ise kâra geçeceğine dair ‘bilimsel' vaazlar veriliyor. Akademiden, siyasetten, hukuk- tan satın alınan beyinler aracılığıyla kamunun bütün malları özelleştirilerek halk şirketlerin insafına terk ediliyor. Herhangi bir sorun yaşanması durumunda ise şirketler (zaten devlet himayesinde oldukları için) her hâlükârda haklı çıkıyor, zarar etmiyor. Vaktiyle halkın dişinden tırnağından arttırarak ülkesi için yaptırdığı ne varsa elinden alınıyor. Kamuya ait kuramlarda çalışan ve yolsuzluğa bulaşan bürokratlar da özelleştirmeyi destekliyor. Çünkü özelleştirme durumunda hesap vermekten kurtuluyor ve sonrasında devlette edindiği tecrübeyi ve nüfuzu ilgili şirketlerin yönetim kurullarına girerek şirket menfaati için kullanıyor.
Güvenlik, hukuk ve siyaset bürokrasisi sermaye sahiplerinin çıkarlarına halel getirmeyecek şekilde konumlandırılıyor. Toplum serbest seçimlerle kendisini kimin yöneteceğini seçtiğini zannederken, aslında şirketokrasi düzeninin değirmenine su taşıdığını bilmiyor. Çünkü sürekli olarak hamaset ve popülizm narkozuna maruz kalıyor. Ezan, bayrak, vatan, millet söylemiyle efsunlanan halk, başına ne çoraplar örüldüğünü fark edemiyor. Olumsuz bir durumla karşılaştığında ise din aracılığıyla da başına gelenlere sabretmesi noktasında şartlandırılıyor.
Sermayenin, -Kur’ân’ın tabiriyle- belli bir kesimin elinde dönüp duran bir devlet olmasına razı olmayan İslâm, manevi tatmin vasıtası olarak işlev görüyor. İnsanlara hakkım müdafaa etmeyi, kendisine reva görülen yoksulluğun hesabım sormayı, emeğinin ve alın terinin karşılığını istemeyi, ülkesinin ulus üstü şirketlere peşkeş çekilmesine itiraz etmeyi öğretmesi gereken Müslümanlar, sosyal yardım projeleri adı altında fakirliğin sistematik hâle geldiği gerçeğinin görünmez kılınmasına farkında olmadan aracılık ediyorlar. Kapitalizm de bu durumdan oldukça memnun görünüyor. Çünkü vahşiliğini, barbarlığım, acımasızlığını böylece örtüp saklıyor. Müslümanların, tam da şimdi kapitalist, neoliberal, postmodemist yaklaşımların, şirk-tuğyan-zulüm kaynağı olduklarını izhar etmeleri, bu yaklaşımlarla savaşmaları ve nihayetinde mübarek İslâm’ın adalet-hakkaniyet esaslı sosyal gerçeklik inşa etme iddiasını hayata geçirmeye çabalamaları gerekiyor.
İbrahim AYAN Kocatepe’den selamlar