Mayıs 1895. Üç büyük devlet Sultan’a karmaşık bir ısla­hat sistemi projesi teklif ettiler. Bu

DÜNDEN BUGÜNE AVRUPA’DA DEĞİŞEN NE? 2

Mayıs 1895. Üç büyük devlet Sultan’a karmaşık bir ısla­hat sistemi projesi teklif ettiler. Bu teklif, Ermenistan’ın idare­siyle ilgili hususları düzenleyeceği yerde büsbütün karıştıracak şekilde tertiplenmişti. Zira Rusya, bu sistemden başkasının tek­lifine kesinlikle engel oluyordu.”

Daha 1896’da Gladstone şunları yazıyordu: “Türkiye’ye edi­len bütün yardımların, istisnasız hepsinin, Avrupa devletleri­nin muvafakatıyla değil, onlara rağmen yapıldığını kabul edi­yorum."

Türkiye’de gerekli ıslahatları bir anda gerçekleştireceklerini tefahürle ilân eden peygamber-diplomatların mağrur iddiala­rına kızan üstadım Pierre Lafitte, “Batı, Doğuyu düzeltmeye kalkışmadan evvel kendi tereddisine çare bulmalıdır.” Hıristiyanların insan neslini idare etmeye kalkışmasından daha manasız ve daha küstah bir iddia tasavvur edemiyorum.

Gerçekten de, hiçbir Hıristiyan devletin Müslümanların vic­danlarına kaideler yerleştirmeye ve hayatlarını tanzim etmeye kalkışmaya, özellikle ahlâki yönden, aslâ hakkı yoktur. Her bir memleketin en uygun bulduğu usulü, kendi başına seçmesi an­cak kendisine ait bir haktır. Yabancı devletlerin saldırganlıkla, kaba kuvvetle yaptıkları müdahaleye, milli irade karşı koyar. Başkalarına çeki düzen vermeye kalkanlar, evvelâ kendi halleri­ni gözden geçirmeli, kendi hatalarını giderme yollarını aramalı ve her şeyden evvel, medeniyet ve mutluluk götüreceği bahane­siyle, işgal ettiği ülkelerin idarelerinde intizam sağlamalıdırlar.

Özellikle şaşılacak şeydi. Cihan harbine giden yolu hazırlayan Bosna. Bulgaristan. Trablus'un işgali, Arnavutluk isyan» ve bilhassa Balkan Harbi olayları ve meselelerindeki Büyük Devletlerin şüpheli ve bulanık tutumları, daha Abdülhamid devrinde Batıya karşı doldurulmuş olan Osmanlı- Türk halkının Avrupa muvacehesindeki itimatsızlıklarını büsbütün arttırdı. Büyük Devletlerin bu hasmâne tutumları, Jön Türkleri o derece etkiledi ki, içlerinden bazıları Abdülhamid devrinde yaratılmış bulunan irtica odaklarının da tesiri altında kalarak, siyasî tutumlarını değiştirdiler.

Türkiye’nin harbe katılmakla hata ettiği malumdur. Ancak hatasını, Suriye’yi, Filistin’i, Hicaz’ı, Mezopotamya’yı, Ege Adalarını, Boğazlar üzerindeki halklarını kaybetmekle çok pahalı ödemiştir. Diğer mağlûp devletlerin hiçbirinden Fransa’nın dört misli bu derece büyük ve zengin ülkeler koparılmamıştır.

Maalesef, bu ağır darbe, İtilâf Devletlerince kâfi görülmedi. Türkiye’yi aşağılatmak ve zayıflatmak için fırsatlar icadına gayret ettiler. Yunanlıların Trakya’ya ve İzmir’e yerleşmelerine müsaade ettiler. Bu iş için bilhassa teçhiz edilen Yunan ordusunu Anadolu’nun içine sevk ederek yeni bir yıpratma harbi başlattılar. İstanbul’da kendi işgal kuvvetleri askerlerinin vahşetten başka bir şey olmayan hareketlerine göz yumdular. Ayrıca Kilikya’yı işgal edip Ermeni alayları kurarak Fransız himâyesinde bunca gaddarlıkta bulundular. İstanbul'un kahbece işgali ve bu şehirdeki İngiliz İşgal İdaresi’nin kaba ve sert idaresi, Fransız İşgal İdaresi’nin ondan aşağı kalmayan müsadereleri, Osmanlı Parlâmentosuna tecavüz olunarak teşrii vazifelerini görmekte olan bir kısım mebus ve senatörün tevkif ve sürgüne gönderilmeleri ekseriya menfaat uğruna ve taraf tutarak iç işlerimize müdahaleler, Saltanat ve Hilâfet merkezinde bile, onun devletini yabancı bir kaza hükmünün emrine sokarak ecnebi askeri mahkemeler kurmak. Hazreti Muhammed'in Mübarek emanetlerini muhafaza olunduğu mukaddes mahallin burnunun dibinde, Sarayburnu'nun ucunda, her türlü döküntünün biriktirildiği bir eskimiş malzeme ve bir kömür deposu kurmak, Osmanlı halkının haysiyetine ve hükümranlık hakları kadar bütün İslâm âleminin dini hissiyatına indirilmiş birer darbedir. Bulgaristan'da ve başka yerlerde hürmet edilen haklar, Türkiye'de ayaklar altına alınmıştı.

Türkler için katliamcıdır diyorlar! Onun içinde onları bir Avrupa jandarma sistemiyle bağlamalı diyorlar! Tabii, bu Türkleri kolaylıkla esaret altına alabilmek için isteniyor. Maalesef hiç bir milletin tarihi kıtalsiz değildir. Bir millete iftirada bulunmak kâfi gelmez. Bizzat kendisinin ondan daha az suçlu olduğunu ispat etmek lâzımdır. Congreve şunları söyler: “Eğer konuyu umumileştirirsek, Avrupa’da Türkiye’ye hudutsuz derecede saldırabilecek, elleri kana bulanmamış kaç millet gösterilebilir? Şahıs olsun, millet olsun, başkasını itham etmeden evvel kendi kendisine bir göz atmak lâzımdır...
Asyalıların korkunç boğazlanmalarından ve Engizisyon mezâliminden, İngiltere’de Marie Tudor devrindeki dehşet verici imhadan, son devirlerin İrlanda, Mısır ve Hindistan kıtallerine kadar en çok bilinen katliamların bilançosunu verip sizleri üzmek istemem. Memleketime haksız yere küfür savuranlar, saldıranlar, bunları, bizim yaptığımızı iddia ettikleriyle mukayeseyi göze alabilecekler mi?

Bizi dinlemeye bile lüzum görmeden mahkûm eden, defaatle talep ettiğimiz araştırma yapılmasını reddeden Avrupa, tarafsız mıdır? Samimi midir? Acaba mazisi bu derece temiz midir?

“Türkler vahşidir veya ikinci derece bir ırka mensuptur, et­nik kusurları yüzünden Avrupa’nın boyunduruğu altında yaşa­malıdırlar.” Batı diplomasisinin bizi alıştırmak istediği adi ve aşağılık görüş budur. Ama Türklere, I. François tarafından yar­dıma çağrıldıkları zaman, Kırım Savaşı’ndan sonra Paris Mu­ahedesi imzalanırken, böyle hitap edilmiyordu! Fakat heyhat, fakru zarûret bir eve girdi mi, saygı ve dostluk oradan uzak­laşır!

Tahakküm duygusu bazı İngilizlerde gurur ve kendini dev aynasında görme eğilimini o derece geliştirdi ki, İngiliz ve Protestan olmayan milletler, onlara aşağılık yaratık olarak gö­ründü ve ikinci sınıf insanlara karşı akıllarına estiği gibi davranmak hakkına sahip bulunduklarını sandılar. Gelelim HAÇLI SEFERLERİ’NE :

Ruhbanın nüfuzu o kadar muazzam ve memleketlerin maddi hayatı o derece sefalet içindeydi ki, Papanın ve Pierre L’Ermite’in aralıksız tahrikleri üzerine kendilerinden geçmiş büyük halk kütleleri ayaklandılar. Batı, Doğu’nun üzerine saldırıyordu. Diğer bir deyimle, hâlâ barbar olan bir âlem, medeniyette erişmiş bir dünya ile savaşacaktı. Bu savaş gönüllülerinin bir kısmı fırsattan yararlanarak ümitsizlik ve angaryalardan kurtulmak istiyor, bir kısmı yapacağı yağmaların hayaline ve
zevkine kapılarak hareket ediyordu. Bu basit insanlar üzerinde meçhulün çekiciliği de hükmünü icra ediyordu. Vecde kapılmış bu kadar insan ve dindar arasında, katiller, kürek mahkûmları, gerçek haydutlar da eksik değildi.

Rahip Anquetil eserinde: “Sadece dinî hislerle hareket eden pek az Haçlı vardı.” der. Rahip Fleury: “Haçlı seferi, bor­ca boğulmuş kimselere, borçlarından, ödemeden kurtulmak i için, mücrimlerin ve mahkûmların ceza çekmemeleri için kilise nizamlarına uymamaktan disiplin cezalarına çarptırılmış ruhbanın affedilmeleri için, manastırın ağır hayatına dayanamayan rahiplerin manastın terk edebilmeleri için, hayat kadınlarına mesleklerini daha serbestçe icra imkânı bulabilmeleri için, fırsatlar ve kolaylıklar bahşediyordu. Bunları gözünü alarak Haç güruhunun ne gibi insanlardan oluştuğu düşünülsün" der.

Ernest Lavisse'e göre: "Durum, Haçlı şeflerinin Kudüs’ten ziyade kendi çıkarlarını düşündüklerini göstermektedir. 0nlar için dinî inançlarının, daima, ticari çıkarlarından sonra geldiğini isbat etmektedir.” Gerçekten de katiller, zina suçu işlemiş kadınlar, hırsızlar, korsanlar, haydutlar gibi, Urbain'in nutkunda telmih ettiği vicdansızlar, Türklerin kanıy­la yıkanarak günahlarından temizlenmek için yola çıktıklarını ilân ediyorlardı. Fuller’in işaret ettiği gibi: “Şeytanın aşağılık hizmetkârlarının Allah’ın askerî haline geldiklerini görmek çok hazin bir şeydi.”

Bu mutaassıp kütle, kutsal merkadı aramak üzere yola çıkan bu kütle, o kadar cahildi ki, yol boyunca rastladığı her şehri Ku­düs zannediyordu! Hududu aşar aşmaz da korkunç tecavüzlere başlamıştı. Asya’nın hiçbir başıboş güruhu -ki çok vahşileri ile karşılaşılmıştır- zararsız, masum halka karşı, bu “din ordusu mensupları” kadar barbarca işkence, zulüm ve tecavüzlerde bu­lunmamıştır. Yolları üzerinde olan Tuna vadisinin, Macaristan ovalarının bütün şehirleri, aslında bütün bu şehirlerin halkının Hıristiyan ve sakin insanlardan mürekkep olmalarına rağmen, yağma edildiler, yakılıp yıkıldılar, yol boyunca birçok Yahudi merhametsizce boğazlandı. Bu zavallıları korkunç işkencelerle boğazladıkça Hz. İsa’nın intikamını aldıklarına inanıyorlardı.

Anadolu’ya geçtikten sonraki vahşetleri çok daha kor­kunç oldu. İstanbul’un Hıristiyan imparatorunun kızı Anna Komnen’in anlattığına göre: “En büyük eğlencelerinden biri Müslüman çocukları öldürmek, kızartmak ve yemek “ idi. Mills, Anna Kommeriin anlattıklarını doğrular, Haçlılar insan eti yerlerdi, der: “Antakya’da, Bohemond, birkaç Türk esirini boğazlattı, herkesin gözü önünde kızarttı, sonra «nedenlere seslenerek iştahını tatmin etmek için geldiğini söyledi. Fransa kralı I.Phhilippe (1052 -1108)’in torunu olan Bohemond (1055-1111)’un vahşi hareketi, kendisi gibi bir yüksek saf mensubunun davranışına kıyasla, halk güruhunun neler yapabileceğini takdir hususunda bir fikir verebilir.

Haçlı hareketinin başlıca bir Fransız eseri olmasından ifti­har duymuşa benzeyen Lavisse ve Luchaire, bu hususa temas ederlerse de, vahşeti biraz kaydırırlar: “Pek çok vak’anüvisin tespit ettiği insan eti yemek olayları meydana geldi. Türk naaşlarıyla karınlarını doyuran Haçlılara rastlandı” derler ve Bohemond’un Türk esirlerini kızarttığını da zikrederler.

Antakya kuşatmasında Firuz isimli bir Ermeni, Türklere etmiş olduğu sadakat yemininden dönerek, müdafaa ve kuman­danlığım üstlendiği kalenin burçlarından birinden gece, aşağı­ya ipler sarkıtarak Haçlıların şehre girmelerini sağladı. Haçlılar şehre dalınca 10.000 Türk’ü boğazladılar ve bütün camileri yak­tılar. Devamı 3.cü yazıda diğer yapılanları ve yalanları yazacağız.

Kocatepe’den selamlar.

İbrahim AYAN